Kültür ve ulusal kültür kavramları, son iki yüz yıl içinde
sayısız biçimde tanımlanmaya ve içeriği tekrar tekrar düzenlenmeye
çalışılan kavramlardır. Her ulusun sosyal bilimcileri, kültür
bilimcileri bu tanımlamalara kendi açılarından katılmıştır. Bu tanımlar
arasında büyük aykırılıklar olduğu gibi, kültür ve medeniyet
ayırımcılıkları da göze çarpar. Aynı kavramlar üzerinde sayısız farklı
tanımlar yapılması, sorunun sadece bir boyutlu olmadığını; tersine çok
boyutlu bir konu olduğunu ve buna bağlı özellikler taşıdığını gösterir.
Sosyal
ve beşeri bilimlerin aynı zamanda politik ve stratejik bilimler olduğu
gerçeğini göz önünde tutarsak, söz konusu çeşitliliği yaratan nedenleri
de anlamakta pek güçlük çekmeyiz. Politik ve stratejik amaç ve hedefler
doğrultusunda ortaya sürülen kimi teori ve tanımlamaları sadece bilimsel
verilere dayalı açıklamalar gibi görmek ve onların büyüsüne kapılarak
arkalarına takılmak, akılcı bir tutum ve yaklaşım kabul edilemez. Çünkü
sosyal ve beşeri bilimler, aynı zamanda uluslararası politika ve
stratejilerin en önemli enstrümanlarından biridir. Alt yapıyı
hazırlamada, çeşitli hizmet ağlarının kurulmasında, oyun alanlarının
istenen biçime sokulmasında veya yatkın hale getirilmesinde bu
kavramların çok mühim rolü vardır. Hiç şüphesiz, bu rolün niteliği,
niceliği ve işlevinin etkinliği, oyun alanının genişliği ve derinliği;
yönetimlerin sağlam seciyesi, üstün yeteneği, etkin gücün ve kapasitenin
sürdürülebilirliği ile, yakından ilgilidir.
Yeri
gelmişken hemen belirtelim ki, burada, doğal olarak ulusal ‘sır’lar
söylenmez ve açıklanmaz ama, biliriz ki, onlar, bu kavramlar ve
stratejiler içine gömülüdür. Onlar, ulusal sır olma vasfını ancak
yaşanır, sürdürülebilir nitelik kazandıkları zaman yitirir ve bu süreç
de yönetimler için ‘yeni’ ulusal sırlar doğurur. Ezeli ve ebedi zamanın
akışı içinde, bu anlamda, ne dünya, ne uluslar, ne amaçlar, ne hedefler
değişti. Değişen, sadece sözler, oyunlar, siyaset ve strateji
araçlarıdır.
Kültür ve
ulusal kültür kavramları da siyaset ve strateji araçları arasında
olduğuna göre, bunlar da, kapsamları bakımından değişkenleri içerenler
arasına girer mi, sorusu, haklı olarak sorulabilir. Bu sorunun kesin
yanıtı, tartışmasız “girer” olacaktır. Şüphesiz burada, ulusal sır ve
hedeflerinizin eriştiği genişliğe ve derinliğe göre, yeni stratejinizin
gereksinimlerine cevap verecek biçimde bu işlemler, bu yeni düzenlemeler
yapılmalıdır. Elbette, bütün bu işlemleri, temel doğrultunuzu
yitirmeden, gereksinim duyduğunuz gözalıcı yeni değişkenleri bu
kavramların içeriğine katabilirsiniz. Yeni politik ve stratejik
gereksinimler için yeni değişkenleri içerecek biçimde, yeni teoriler de
kurulabilir. Bunlar, gerçeğe dayanmasa bile, gerçekmişçesine uygulamaya
da geçirilebilir. Nitekim, ünlü “Güneş-Dil Teorisi” de, döneminde
böylesi bir politik ve stratejik enstrüman olarak kullanılmıştır. Ne var
ki, bu gerçek bile, günümüz Türk aydınlan arasında pek kavranamamış
olduğu için, dil ve tarih konularının tartışma alanına dönüştürülmüştür.
Oysa, bu teori, ortaya atılmasını gerektiren hedefi almış ve işlevini
çoktan bitirmiş bulunuyor. Ona gereksinim duyulan siyasi süreç, çoktan
tamamlanmıştır. Bunu burada belirtmemin sebebi, bu kavramların,
uluslararası politika ve stratejilere karşı, içe ve dışa karşı nasıl bir
savunma mekanizması işlevi gördüğünü göstermek içindir. Asıl amaç ve
politikanın bir ‘sır’ gibi saklandığı bu teori ve onun yarattığı
inandırıcı gösteri ve tutum, kimi yıkıcı ve tehditkâr vaziyet alışların
akim kalmasına yardımcı olmuştur. Bu tür dönüşümlerin ve bu tür geçici
stratejik geçişlerin yapılabilmesi, sadece ulusu için düşünen ve ömür
tüketen üstün yetenekler elinde gerçekleşebilir. Veya yönetimlerine bu
yeteneği kazandıracak seciyeli, bilgili kadroları çıkaran uluslar bu
işlemleri yapabilir. Yeteneksizler elinde ne ulusal sır, ne politika, ne
strateji işe yarar; ne yönetimler, ne devletler bir ulusal hedefe
varabilir.
Buraya kadar
söylemiş olduklarımız, söz konusu kavramların gerçek tabiatleri ve
işlevleri ile ilgilidir. Ve ele alıp açıklamaya çalışacağım konuyla
doğrudan ilişkisi olduğu kanısındayım. Bir Türk aydını, bilim adamı
olarak, M. Kemal Atatürk’ün ‘kültür’ ve tam bağımsızlık stratejisi2
tanımlarından ve içeriğinden ne anlıyorum, yukarıdaki çerçeve ve anlayış
içinde belirteceğim. Bunu yapmaya çalışırken, onun, düşüncelerinde
değişmez çizgi ve kimliğinin temel taşı, kültür anlayışı, tam
bağımsızlık stratejisi ve bunların içeriği üzerinde duracağım. Bunun, ne
bir konuşmanın, ne bir yazının sınırları içinde tamamlanabilir bir konu
olmadığını biliyorum.Ama burada, mümkün olan sınırlar içinde, mümkün
olanı gerçekleştirmeye çalışacağım. Ve bunu yaparken de, kelime ve
kavramları, mümkün olduğunca sıkıştırıp, istif etmeye çaba göstereceğim.
Böylece, sınırlarımı mümkün mertebe zorlayıp, mümkün mertebe anlamlı ve
ekonomik anlatım dili kullanmaya gideceğim. İşimin zor olduğunu bilerek
konuya dönüyorum.
Önce,
düşünceleri üzerinde duracağımız kişinin, nasıl bir ortamda büyüdüğü,
neler yaptığı, nasıl bir insan olduğu sorularına bir cevap vermemiz
gerekir, diye düşünüyorum. Bu soruların cevabı, bize, M. Kemal
Atatürk’ün, çok öz biçimde, ortaya çıktığı, yetiştiği, mücadele ettiği
ortamı da. çizmiş olacaktır.
M.
Kemal Atatürk, hiç şüphesiz fanilerden bir fani olarak doğdu. O,
çağında, dünyaya gelen Türk çocuklarından biriydi. Türk İmparatorluğu,
Osmanlı Hanedanlığı yönetiminde en karışık ve en bunalımlı dönemini aşma
çabası içindeyken dünyaya geldi. Yetiştiği ortamda aydınlar, üç
ideoloji içinde imparatorluğu kurtarma çabası içindeydi: Osmanlıcılık,
İslamcılık ve Türkçülük. Tarihî süreç içinde ortaya çıkan olaylar, ilk
ikisini iflas ettirdi. Türk imparatorluğu her cephede savaş alanına
döndü.
M. Kemal Atatürk,
cepheden cepheye koşup dururken tek kurtuluş yolunun Türkçülük siyaseti
olduğunu gördü ve buna göre kendini geleceğe hazırladı3. Günü geldi ve
Kuvay-ı Milliye hareketini başlattı, istila altındaki devlet merkezini
ve Meclis-i Mebusan’ı Ankara’ya taşıdı. Millî Mücadele’nin çizdiği
sınırlar içinde devlet, ulusal kimlik üzerine oturtuldu. Meşrutiyetten
Cumhuriyete geçildi. Ulusal devlet, çağın şartlarına ve ulusal
gereksinimlerine göre yeniden düzenlendi. O, bütün bu işlerin baş
mimarıydı. Dönemin hasımları bile, bütün bu, işleri ancak onun
yapabileceği, başarabileceği konusunda hemfikirdir.
Evet,
o, fanilerden bir fani, Türklerden bir Türk’tür; ama, ne sıradan bir
fani, ne sıradan bir Türk’tür. Bizce o, yirminci yüzyılın başlarında
Türk devletinin “devlet-ebed-müddet” ilkesini, bir kez daha tarihe ve
dünyaya kanıtlayan Türklüğün muhassalasıdır.Ete kemiğe bürünmüş
Türklüğün, savunma ve ilerleme azmidir. Türklüğün, aziz Türk ulusunun,
“devlet-ebed-müddet” sırrıdır. Türk devletine elli sene sonra olacakları
sır olarak verip, bu gerçeğe göre, hazırlık yapılmasını bildiren
insandır. O, ulusunun, eşitler arasında en eşit olması için hedef ve
stratejiler çizen insandır. O, Türk ulusu için doğdu, Türk ulusu için
yaşadı ve Türk ulusu için ömür tüketti. Ve O, “Benim şan ve şerefimden
bahsetmek de hatadır… Mensup olduğum Türk milletinin şanı şerefi varsa,
benim de bir ferdi olmak sıfatı ile, şanım, şerefim vardır. Asla gayrı
değilim” diyen, olağanüstü bir Türk, olağanüstü bir insandır4. Bunu
söylerken de, ömrünü, ulusunun şan ve şeref kazanması yolunda
tüketiyordu. Ve genç kuşaklara, bilim ve tekniğe sahip olmanın yanı
sıra, kesin olarak milli benliğimize ve milliyetimize önem vermeleri
yolunda kesin talimatlar veriyordu:
“Dünyanın
bize hürmet etmesini istiyorsak, evvela biz, kendi benliğimize hürmet
edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen,
bütün efal ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini
bulmayan milletler, başka milletlerin şikârıdır.”5
Biz,
bugün, bu hassaya, bu seciyeye yatkın kuşaklar yetiştirdik mi, diye
sormuyoruz. Çünkü bugün, Türk toplumu için, bir takım menfaat çevreleri
yeniden bir kimlik tartışmaları süreci açmaya çalışmaktadır… Bugün bu
süreci yaşamaktayız.Çok kimlikli bir kalabalık halinde, Türk olmamızın
dışlanmak istendiği bir ulus, bir toplum tanımı tartışmalarının var
olduğu bir süreci idrak ediyoruz.
Bu
ülkede, artık Türklüğümüz, milliyetimiz, dinimiz ve kimliğimiz tartışma
konusudur. Siyaset tacirlerinin elinde, ulusun mukaddesleri oy avcıları
için malzemeye, sermaye ve ticari alan çatışmaları için, mücadele
edenlerce, gerilim silahına dönüştürülmüştür.
Biz
kimiz, sorusuna doğru dürüst cevap veren insan sayısı, toplumumuzda
giderek eksiliyor. Ama, abuk/sabuk bir sürü olur/olmaz söz, sanki
gerçekmiş gibi, bir kimlikmiş gibi, bu tacirler tarafından,
utanmazcasına, O’nun ardına sığınılarak veya karşısına çıkılarak
halkımıza sıralanıyor. Bu saçmalıklardan hiçbiri, bu özel amaçlı
çabalardan hiçbiri, O’nun ile, ulusu arasında kurulmuş kader bağını
ko-paramayacaktır. O, biz kimiz, sorusuna verdiği cevapla, olmamız
gerekeni, devletimizin ve ulusumuzun istinatgahını belirliyor. Bizim
değişmez ölçümüz ve şiarımız olan cevap şudur: “…biz doğrudan doğruya
milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk
camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsı ile meşbu olursa, o
camiaya istinad eden cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”6. Türkiye
Türklerindir; işte milliyetperverlerin kuralı budur”7. Çünkü, “Bu
memleket, tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak
yaşayacaktır”.8 Bu sözlerin bir Türk için tartışılır yanı olamaz. İnsan
kimliğini tartışma konusu etmez; bir ulusun kimliği ise, asla tartışma
konusu edilemez.
Ülkemizde,
son altmış yıl içinde cereyan etmekte olan gelişmeleri bu çerçeve
içinde bir değerlendirmeye tabi kılarsak, hangi alanlarda bir mesafe
kazanıp kazanmamış olduğumuzu anlamakta güçlük çekmeyiz. Burada, bu konu
üzerinde durmayacağım. Burada, “Türk harsı” ve tam bağımsızlık
stratejisi üzerinde, kısaca durmak istiyorum. M. Kemal Atatürk, bu
konular üzerinde çok hassastır. Çünkü, bu hassa ve seciye, Atatürk için,
Türklüğün ve ulusal devletimizin bir varolma sorunudur. Bu hassa ve
seciye veya Türk harsı, Doğudan ve Batıdan farklı, kendine özgü bir
özelliğe sahiptir. Taklitçi değil, yaratıcı bir mahiyeti vardır.9 Bu
konu, asla göz ardı edilemeyecek kadar hayatî bir öneme hâizdir. Çünkü,
içinde, Türk ulusunun, Türk devletinin beka kuvvesini muhafaza eder. Bu
nedenle, Atatürk, bu konunun önemini, altını çizerek vurguluyor:
“Milli
harsını ihmal eden milletlerin âtisi musibet, izmihlâl olmuştur.
Türkler, herşeyden ziyade hars-ı millîlerinde çok kuvvetlidirler. Bu
kuvvet sayesindedir ki, asırların vurduğu darbeler karşısında
mevcudiyetini müdafaaya muvaffak olmuştur”10.
Atatürk’ün
hassasiyetle üzerinde durduğu kültür, daha doğrusu ulusal kültür
kavramı nasıl bir içerik taşıyordu? Neden bu kadar hayatî, vazgeçilmez,
ihmal edilmez bir nitelik taşıyordu?
M.
Kemal Atatürk’ün hars/kültür kavramından ne anladığı, neden böyle bir
hassasiyet gösterdiğinin nedeni, sözlerinden de açıkça anlaşılacağı
üzere, ulusu ile birlikte, içinden geçip geldiği ateş çemberi sonucu
edindiği kanaate, tecrübeye dayanmakta olmasıdır. Bu nedenle, hars ve
medeniyet tanımlarının ayrıştırılmasını doğru bulmuyordu. Ve sözkonusu
harstan/ kültürden ne anladığını, ne anlaşılması gerektiğini şöyle
açıklıyordu:
“… Benim
harstan anladığım (şudur): Bir devleti meydana getiren cemiyeti, yani
milleti düşünün. Bir millette kaç türlü hayat tasavvur olunabilir?
Devlet hayatı, fikir hayatı, iktisadî hayat değil mi?
Her
millet, devlet hayatında, fikir hayatında, iktisadi hayatında bir
şeyler yapar. İşte bu üç hayatın toplamına ve sonuçlarına hars denir.
Bizim devlet hayatımızda, bilindiği gibi, Osmanlı siyaseti gayr-ı
mütecanis unsurlardan ve maddelerden meydana gelmişti. Bunlardan bir
halita yapmak mümkün olmadığı için, Osmanlı siyaseti yerine yeni bir
siyaset çıktı. O siyaset, milli bir siyasettir. Türkçülük siyasetidir.
Bu siyaseti ilan edip yaygın hale getirmekle beraber, fikrî, içtimaî,
iktisadi hayatı ilerletmek gerekir. Bu üç şeklin hayattaki gelişme
dereceleri birleştiği zaman, ortaya o milletin harsı çıkar. Bazıları
harsla medeniyeti ayırmazlar. Bundan maksat, devlet, fikir ve iktisadi
hayattır ki, bu, o milletin harsıdır. Bilindiği üzre her milletin
kendine mahsus bir harsı vardır. Hars, bu hassa ve karakterle ifade
edilir. Bence de,en ilmî olanı, harsla medeniyeti birleştirmektir”.11
Bu
tanım ve içerik, bugün de, bilimsel geçerliliğe ve yeterliliğe
doğruluğa sahip olma niteliğini muhafaza etmektedir. Kültür ve medeniyet
kavramlarını birbirinden kesinkes ayıracak ölçütler gerçek bilim
alanında söz konusu değildir. Evrensel kültür ve evrensel medeniyet
yoktur. Ulusal kültür veya medeniyetlerin toplamı ve bunların,
nitelikleri/ nicelikleri, etkinlik alanları vardır. Doğru olan
gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, hepsini, insanlığın ortak eseri
anlamında, “evrensel”, diye algılamak ve değerlendirmektir. İnsanlar ve
uluslar, birbirlerinin kültürüne/medeniyetine, kimliğine hürmet eder,
hoşgörüyle karşılarsa, her biri, hem evrensel çerçeve içindeki yerini
almış olur, hem de birbirleriyle alışverişe girme olanağı bulmuş olur.
Ancak, bunun da, bir ulus için şartı var. Bu şartı, Atatürk şöyle
açıklıyor:
“Bir milletin
namuskâr bir mevcûdiyet-i şâyan-ı hürmet ve mevki sahibi olması için, o
milletin, yalnız âlim ve mütefennin bulunması kâfi değildir. Her ilmin,
her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lâzımdır ki, bu da milletin
muayyen ve müsbet bir seciyyeye mâlik bulunmasıdır”12.
Türk
ulusu, böylesi bir seciyeye sahip olmanın sınavını, tarihe, O’nun
liderliğinde, son kez Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyetin
kuruluşunda yine kanıtlamıştır. Öyleyse, dünya medeniyetleri arasında,
Türk medeniyeti/kültürü yerini hak ederek almış ve kendini kabul
ettirmiştir. Fakat bu sorun, sadece seciye açısından kanıtlanmıştır ve
çözülmüştür; ama, bu yetmez, aynı zamanda bunun sürdürülebilirliği için,
üzerinde sürekli durmamız, uğraşmamız, çalışmamız gereken hususlar
vardır.13 Ulusal kültür veya medeniyetimiz sürdürülebilir total
hayatımız ve faaliyetlerimiz olduğuna göre, onlara bakmamız, bu
unsurları anlamaya ve geliştirmeye çalışmamız gerekir.
M.
Kemal Atatürk’ün yaptığı ulusal kültür/medeniyet tanımı ve bu tanımlar
ile ilgili düşünceleri gözden geçirildiğinde, Türk ulusunun
“devlet-ebed-müddet” sahibi olarak yaşaması için, olmazsa olmazları
önümüze koymuş olduğu görülür.
Atatürk’ün
yapmış olduğu ulusal kültür/medeniyet tanımı neleri içeriyor, şimdi
onlara bakalım: 1- devlet hayatı; 2- fikir hayatı; 3- iktisadi hayat.
Ama bu yetmez. Bunları ihata edecek, yönetecek bir siyasete, ulusun
seciyesine dayalı bir siyasete ihtiyaç vardır. Bu siyaset, millî
siyaset, Türkçülük siyaseti olacaktır. Başka türlü olması düşünülemez.
M. Kemal Atatürk, bu çizgiden hayatı boyunca asla bir milim bile inhiraf
etmemiştir. Bu nedenle, devlet yönetimini ele alacaklara, devlet
hayatını yürüteceklere ısrarla şöyle söylemiştir:
“Türk ulusunun idaresinde ve korumasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz ülküdür”.14
Ama,
biz, bugün, bu sözlerin gereğini bunca yıl, tam anlamıyla yerine
getirdiğimizi ve gerçek anlamda hakkını verdiğimizi acaba söyleyebilir
miyiz?
Devlet hayatı, onun
bekası, yönetimi, ulusal sırrı, hedefleri ve stratejisi, Atatürk’ün
üzerinde önemle durduğu konular; tanımını kendisinin yaptığı, ulusal
kültür/medeniyet tanımı ve kapsamı içinde yer alır. Olayları son derece
hassas bir biçimde değerlendiren ve sır/hedef/ strateji üçgeni içinde
ele alan Atatürk, bu bağlamda, şunları söylüyor:
“Olaylar,
Türk milletine iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor: 1- Yurdumuzu ve
haklarımızı savunacak güçte olmak; 2- Barışı koruyacak uluslararası
çalışma birliğine önem vermek”15.
Bu
sözler, devlet hayatının neye göre tanzim edilmesi gerektiğinin
mihenktaşlarıdır. Ve memleket dahilinde başverecek herhangi bir
başkaldırı olayına karşı, nasıl bakılması icap ettiğinin altı da Atatürk
tarafından şöyle çizilmektedir:
“Memleketimizin
herhangi bir köşesinde halkın güvenini, devletin bütünlüğünü ve
asayişini bozmaya kalkışanlar, devletin bütün kuvvetlerini karşılarında
bulmalıdırlar”16.
Bu çok
önemli hususun bütün şartlan, bugün ülkemizde yaşanmaktadır. Ancak,
burada sözkonusu edilenin sadece güvenlik kuvvetleri olmadığı ve bunun,
devletin total gücü anlamı taşıdığı, bir kez daha altı çizilmesi gereken
bir gerçektir. Ortada, yılları kapsayan bir zaafiyet olmamış olsaydı,
bunca zaman sonra, devlet hayatımızda, fikir hayatımızda ve iktisadi
hayatımızda, böylesi olayları yaşamamız sözkonusu bile edilemezdi. Bu
gerçek bize, yönetim açısından en yüksekte tutulması gereken ülkü ile
ilgili uygulamaların, hızla gözden geçirilmesi ve tesbit edilen
zaafların giderilmesi gerektiğini göstermektedir.
Devlet
hayatında, üç önemli husus vardır: 1- Ulusal sır; 2- Hedef; 3-
Strateji. M. Kemal Atatürk, ulusu için bu üç kademeyi kaidesine
yerleştirmiş ve çizdiği ulusal politika içinde de, bunları
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu çalışmaları sürdürmek, onları gerçek ve
özlem duyulan boyutlarına kavuşturmak ise, gelecek kuşakların
kaçınılmaz görevi olarak kalmıştır.
Şimdi,
sıra ile bu unsurlara bakalım: Ulusal sır nedir? Uzak gelecekte
olacakları, olması gerekenleri hesaplayarak buna göre ulusun ve devletin
hazırlanmasıdır. Bu sır, devlet hayatı içinde, sadece bilmesi
gerekenlerce muhafaza edilmesi gereken sırdır. Türk devlet hayatında bu
sır, Türklüğün geleceği üzerine kurulu bir sır olmuştur. M. Kemal
Atatürk, bu gün çöken Sovyet İmparatorluğunun sonunu, 1936’larda görüp,
yönetimlerin Türklük dünyası için, bu olgu için hazırlık yapmasını
istemiştir. Ne var ki, 1990’ları yaşayan Türkiye, yönetimler açısından,
bu sözü pek hatırlayamamış olacak ki, tarihin önümüze çıkardığı bu
gerçek karşısında, hazırlıksız yakalanmıştır. Bu durum, bize, yeni
nesillerin unutkanlığını mı; yoksa, başkalarının sunduğu bilgilerle
vaziyeti idare etme tembelliğini mi gösterir, bilmiyorum; ama, en
azından bunun, bir hafıza zaafımız, veya yönetenlerin konformizmi sonucu
ortaya çıktığını söyleyebilirim. Devlet hayatında böylesi bir
konformizme, veya hafıza zaafiyetine yer olamayacağı gerçeği de, bir
kere daha, tarih tarafından bize, Sovyet gerçeği ile kanıtlanmış oldu.
Biz, bu deneyimi göz önünde tutarak, açılmış mesafeyi, yine de, hızla
kapatmak zorundayız ve bu kaçınılmazdır.
Hedef
sorununa gelince. Bu hedef, devlet hayatı ve devlet yönetimi için,
olması gereken biçimde çizilmiştir. M. Kemal Atatürk, bu hedefi “büyük
davamız” diye niteliyor ve şöyle diyor:
“Büyük davamız, en uygar ve en rahata kavuşmuş millet olarak varlığımızı yükseltmektir”.17
Elbette
böylesi bir davanın, böylesi büyük bir hedefin dayanması icap eden bir
yüksek strateji olması gerekir. Bu öylesine bir strateji olacak ki, hem
ulusal sırrı, hem ulusal hedefi gerçekleştirecektir. Samimiyetle ifade
etmeliyim ki, M. Kemal Atatürk, sadece bizim için değil, dünya tarihi
açısından da bakıldığında, bir strateji dehasıdır. Attığı her ilmik,
kurduğu her iltisak, aldığı ve uyguladığı her karar, sır/ hedef/strateji
üçgeni ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bu gerçekçi kurguda, her şey, inceden
inceye düşünülmüş, ihtimal hesaplan yapılmış ve gergef gibi, her biri,
olmaları gereken yere dokunmuştur.
“Bağımsızlık
benim karakterimdir” diyen bir insanın kuracağı strateji, elbette
ulusunu ve devletini sonsuza taşıyacak bir yapı ve seciyeye sahip
olacaktı. Başka türlüsü düşünülemez. Nitekim, öyle de olmuştur. Bu
stratejinin adı “Tam Bağımsızlık” stratejisidir. Bu strateji hedefine
ulaşmadan, gerçekleşmeden bir ülke için tam bağımsızlıktan söz
edilebilir mi? Bu strateji, bazı adamlar tarafından, zaman zaman
eleştirilir. “Efendim, kendi kendimizi dünyadan tecrit mi edelim” denir.
Bu gibi sızlanmalar, eğer bir ahmaklık eseri değil ise; bilmeliyiz ki,
bu eleştiriler, devlet hayatımıza yönelik altıncı kol faaliyetinden
ibarettir. Bu stratejinin ne böyle bir hedefi, ne de böyle bir amacı
vardır. Tam aksine, en müreffeh, en uygar devlet ve en rahata kavuşmuş
millet olma amacı vardır.18 Eşitler arasında en eşit olma ülküsü
üzerinde yürür. Neden bu “tecrit” anlamı içersin?
Türkiye’de,
M. Kemal Atatürk ile Türk ulusu, Türk devleti ile halkımız arasında
nifak tohumlan ekmeye ve bunlardan geçinmeye çaba gösteren çevreler
olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Türk devlet hayatının en zor
zamanlarında bunlar her zaman ihanetlerini ortaya koymuşlardır. Bu
ihanetlerinin, cehaletlerinin, veya gizli hesaplarının bedelini de,
çıkar ve melanet yuvaları ile, itaat merkezleri kapatılarak
ödemişlerdir. Bugün, toplumda gördüğümüz rahatsızlıkların temelinde, bu
çevrelerin oluşturduğu mahut odakların faaliyetleri yatmaktadır. Bu
gerçeği görmezlikten gelemeyiz.
Toplumda
ulusal bilinç, ulusal dayanışma, ulusal seciye, ulusal duygu ortadan
kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunu, kimileri çok kültürlülük, çok
etniklilik adına, sözüm ona çağdaşlık adına, ne olduğu belirsiz yeni
dünya düzeni değerleri(!) adına; kimileri, toplumu yeniden cemaatlere,
uydurma tarikatlara bölerek yapmaktadır. Bu çevrelerin ortak hedefi,
Türk devletini ortadan kaldırmaktır. Çıkar noktasında çatışsalar bile,
hedefte birleşiyorlar. Devleti ayakta tutan tüm kurumları etkisiz,
mefluç hâle getirmek yolunda, bugün bir hayli mesafe kazandıkları
yadsınamaz. Bu gerçeği görmezlikten gelen devlet hayatı, enerjisini boşa
harcamış olur, kalkınmasına, gelişmesine zaman ayıramaz. Ve tabii, bu
da, tam bağımsızlık stratejisinin önünü keser, hedefine erişmesini
önler. Bu gün, Türk devlet hayatı, bu açmaz ile karşı karşıyadır. Ve
ulus, bu açmazı aşacak kadroları, içinden çıkarmak zorundadır.
Ulusal
kültürün ikinci önemli ayağı, fikir hayatıdır. Fikir hayatı, buradaki
kapsamı itibarıyla, bilimi, teknolojiyi, eğitimi, dili, dini, tarihi ve
sanatı içine almaktadır. Bunlar, ulusal sırrımızı, hedefimizi ve
stratejimizi gerçekleştirme yolunda, hareket gücümüzü, yeteneğimizi,
kapasitemizi ortaya çıkaracaklardır. Türk ulusuna, gideceğimiz yolu
gösterenler için elzem olan şartlan, fikir hayatımız yaratacaktır. Bu
nasıl olacaktır, sorusuna, Atatürk’ün yanıtı şudur:
“Bu
millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü ilminden,
keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim. Lâkin unutmayalım ki,
asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz”.19
Bu
mu tecrit politikası? İnsanın kendisi olması, bilim ve teknoloji üretir
özellik kazanması bir ulus için gerekli ise, bu yönde çaba
gösteriyorsa, nasıl bir tecrit politikası diye eleştirilebilir? Bunu
anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu kafalara göre, erişik ülkeler, tecrit
politikası uyguluyor olmalı.
Burada,
fikir hayatı ile ilgili her konuya girme imkânımız yok. Ancak, çok
güncel, hayatî konularla ilişkili, üç nokta üzerinde durmak istiyorum.
Bunlardan biri dilimiz; ikincisi, eğitim ve üçüncüsü, din olacaktır.
Dil,
her ulusun kimliğinin açık bir ifadesidir. Bireyin nereye, hangi ulusa
ait olduğunun en önemli belirleyicisidir. Çünkü dil, sadece kelime
yığını, gramer kuralları, veya sadece bir anlaşma aracı değildir. Her
ulusun dili, o ulusun tarih sahnesinde yer almasıyla birlikte
etkinliğini gösterir. Ve ait olduğu toplumun kimliğini belirler.
Dolayısıyla, dilsiz oluşan bir ulus düşünülemez. Dilimizin, bizim için,
ulusumuz için ehemmiyetini, Atatürk, şöyle ifade eder:
“Türk
milletinin dili, Türkçedir. Türk dili, dünyada en güzel, en zengin ve
en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve
onu yükseltmek için çalışır. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir
hazinedir. Çünkü, Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde
ahlâkını, ananelerini, hatıratlarını, menfaatlerini, kısacası, bugün
kendi milliyetini yapan her şeyinin, dili sayesinde korunduğunu görüyor.
Türk dili, Türk milletinin kalbidir”.20
Türk dili bugün, bu anlayış içinde görülüp değerlendiriliyor mu? Bu sorunun durumunu kısaca gözden geçirelim.
Türk
dilini başka dillerin egemenliğine karşı koruma göreviyle yükümlü
olanlar yönetimlerdir. Her ülke, kendi ana diliyle eğitim ve öğretimini
yürütür. Bu, devlet olmanın, bağımsız ulus olmanın bir gereğidir. Farklı
dillerle, yabancı dillerle eğitim ve öğretim yapan devletlere, sade.ce
eski sömürge uluslarında rastlıyoruz. Buralarda ana diller tahrip
edilmiş, eğitim/öğretim dili olmaktan uzaklaştırılmıştır. Ama bu,
sömürge politikaları sonucu bir durumdur.
Türkiye’de,
cumhuriyetten bu yana ilkokuldan üniversiteye kadar, eğitim ve öğretim
dili daima Türk dili olmuştur. Yabancı dille eğitim ve öğretim yapan
yabancı okullar, yasalar ve anlaşmalar ile sınırlanmıştır. Türk dilinin,
bilim dili olması yolunda büyük mesafe kazanılmıştır. Ne var ki, bu
tutum son dönemlerde hızlı bir biçimde değişmiştir. Hem de, akıl almaz
gerekçelerle. Eğitim ve öğretim bu ülkede, ana dil yerine, büyük ölçekte
yabancı dil üzerine yaslatılmıştır. Böylece, bu yöntem ile,
çocuklarımıza, yabancı dil öğretmiş olacakmışız!… Türk dili, bilim dili
olamazmış!… Bu görüşleri ileri sürenler de, hiç şüphesiz, yabancı dil
öğretme işi ile, yabancı dil ile eğitim/öğretim yapma arasındaki farkı
çok iyi biliyorlar. Ama bu akıl almaz tutumu, ısrarla sürdürüyorlar.
Bu
tutum, Türk eğitim politikasına egemen görünüyor. Böyle olduğu için de,
devlet, kendi eliyle kurduğu ve açtığı pek çok yeni eğitim kurumundan
Türk dilini kapı dışarı etmiştir. Bu, dünyada inanılması güç bir
olgudur; eşi yoktur.Üniversitelilerimiz, yabancı dillerle eğitim/öğretim
yapan kurumlara dönüştürülmeye yöneldi. Bu nasıl bir zihniyettir ve
nasıl bir Türk dili düşmanlığıdır ki, bin bir kisve altında, eğitim
kurumlarımızda bile ana dilimizin etkinliği kırılmak isteniyor.
Bunlara
neden böyle davrandıklarını sorarsanız; şüpheniz olmasın savunmalarını
size, “çağdaşlık” arkasına sığınıp yapacaklardır. Doğrudan, veya dolaylı
biçimde satımını sağladıkları yabancı dille yazılmış eğitim/öğretim
malzemelerinin tatlı kârlarından asla söz etmeyeceklerdir. Farklı
kültürlerin misyonerlik görevini yaptıklarını da kabul etmeyeceklerdir.
Bunlara sorarsanız, pek çoğu “Atatürkçü” olduğunu söyleyecektir.
İnsanlarda izan ve vicdan olmayınca, ihanetine en mukaddes değerleri de
kalkan etmeye cüret edebildiğini, bu tiplerde görmek mümkündür.
Bu
tipler, yalanları ve Türk diline karşı ihanetleri ile millet önünde,
tarih önünde, sadece tıynetlerini tescil ettirmektedirler. Bu ülke, her
konuda olduğu gibi Türk dili konusunda da, gerçek bir zihniyet devrimi
yaşayacaktır ve Türk dili, Türkiye’deki tüm eğitim/öğretim kurumlarında
tek egemen dil olma konumuna yükselecektir.21
Yabancı
dil öğretme yetersizliği, bir ulusun dilini, kendi eğitim/ öğretim
kurumlarında yok sayarak aşılamaz. Böyle bir ihanetin adı, yabancı dil
öğretmek olamaz. Bunun anlamı, sadece Türk milletine karşı, geleceğe
dönük, hazırlanmış bir ihanet hareketi olabilir.
Her
ülkenin eğitimi, milli olmak zorundadır. Bu bir ulusun, “olmazsa
olmazlarından en önemlisidir. Bu, bir ulus, bir devlet için, hayati bir
var olma sorunudur. Eğitim/öğretim, her ülkenin ana dili ile olur. Bu
nedenle, M. Kemal Atatürk, bu konuda çok hassastır:
“Millî eğitimi esas aldıktan sonra, onun dilini, usulünü, araçlarını da millî yapmak zorunluluğu tartışmadan uzaktır”.22
Bunu
söyleyen Atatürk, Türk ulusu için, bu kaçınılmaz gerçeğe işaret ediyor.
Eğitimin millî, yani Türkçü olmasında ısrar ediyor. Şimdi soruyorum:
Türkiye’de açılmış bulunan eğitim ve öğretim kurumlarının tamamında
bugün Türk dili egemen midir?
Atatürk,
bir Türk milliyetçisi idi. Ve bunu göğsünü gere gere söyleyebiliyordu.
Türklüğü ile övünüyor, Türk ulusu için düşünüyor ve Türk ulusunun
geleceği sağlam temellere otursun diye uğraşıp, ömür tüketiyordu.Oysa
gelenler ne yapıyor? Türk dilinin bağımsızlık alanlarını yabancı dillere
açıyorlar. Ne adına? Yabancı dil öğretme adına. Dünyada bundan daha
komik, daha gülünç bir misyon savunması olabilir mi? Bu kafalar, Türk
ulusu için çizilmiş bulunan sır/hedef/strateji gibi mukaddes kavramlar
üzerine gerekli ve yeterli özeni gösterebilir mi, bu gerçeği düşünebilir
mi? Burada, bu durumda hangi seciyeden, hangi karakterden söz
edebiliriz? Cumhuriyetin dayanağı olan Türk halkına Türklüğünden,
kimliğinden söz ettirmek istemeyen bir zihniyetin, bir ihanet elinin
vatan sathında dolaştığını ve melanetlerini işlediğini, sinsi
propagandasını yürüttüğünü görüyor ve her Türk vatandaşı gibi
hissediyorum.
Hiç kimse,
özel hesaplara ve çıkarlara dayalı düşüncelerini Atatürk’ün arkasına
saklayıp bu halka dayatma hakkına sahip değildir. Hiç kimse, kendi özel
hesaplarına, veya ait oldukları odaklara dayalı düşüncelerini,
görüşlerini, Atatürk böyle düşünüyordu, diye topluma, Türk ulusuna
yutturmaya kalkışamaz; buna izin verilemez. Atatürk, düşüncelerini, Türk
ulusuna berrak bir Türkçe ile ifade etmiştir ve anlaşılmayacak bir sözü
de yoktur. Atatürk, bir Türk milliyetçisidir. O, kendi deyimiyle, milli
siyasete, yâni Türkçülük siyasetine önem verir. Türklük bilincine,
ulusal bilince, ulusal kimliğe ve ulusal kültüre önem verir ve bunları
göz diktiğimiz en yüksek ülkü sayar. Devlet hayatımızda, fikir
hayatımızda bu görüş ve düşünceler bugün lime/lime edilmiştir. Bu duruma
göz yumanlar, bu yıkıcılara oyun alanları sunanlar, hangi yüzle M.
Kemal Atatürk’ten söz edebilir? Bu yanlışları, bu ülkede, mutlaka ulusal
bir zihniyet devrimi düzeltecek, doğrulan yerine oturtacaktır. Bu
ulusal zihniyet devrimini Türk parlamentosu, bekamız için yapmak
zorundadır.
Bir ülke
düşünün, ilk, orta, lise meslek okulları ve üniversiteleri, ana dil ile
eğitim ve öğretim hassasından, seciyesinden uzaklaştırılıyor. Bir ülke
düşünün; ilk ve orta eğitim kademeleri, hedef ve çizilmiş temel
işlevlerinden koparılıp, farklı mecralara yöneltiliyor. Tevhid-i
Tedrisat deliniyor. Bir ülke düşünün, hepsi üniversiteye öğrenci
hazırlayan bin bir çeşit liseye sahip bir ahtapot yaratıyor. Ülkede
mevcut orta öğretim kurumlan kendi haline bırakılıyor ama, bu ahtapotun
gelişmesi için önü açılıyor. Meslek okulları ülke ihtiyaçlarını
karşılamak yerine, üniversiteye öğrenci yetiştirmeye yöneltiliyor. Lise
yetmemiş, Anadolu lisesi, süper lise ve daha bir sürü tip yabancı dille
eğitim/öğretim yapan kurum üniversiteye öğrenci yetiştiriyor. Eğitimi,
ülke ihtiyaçlarına göre planlama rafa kalkmıştır. Milli amaçlar ve
hedefler kaybolmuştur. Ve şimdi, inanılmaz bir eğitim kaosu içinde, ülke
kaynaklarını, çocuklarımızı ve geleceğimizi tüketiyoruz. Ortaya çıkan
olaylar, dehşet manzaraları çizmeye başlayınca da, bu kurumlan kimse
denetlemiyor mu, müfredatlar izlenmiyor mu, diye yakınıyoruz. Bu ülke,
nasıl bir ülke oldu? Bu nasıl bir millî eğitim politikası, bu nasıl bir
ülke planlamasıdır, diye hesap sorulmuyor. Ülkenin bu başı bozuk eğitim
çıkmazından, millî karakteri parçalanmış halinden kurtarılması şarttır.
M. Kemal Atatürk diyor ki:
“Çocuklarımıza
ve gençlerimize vereceğimiz eğitimin sınırı ne olursa olsun, onlara
esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1- Milliyetine, 2- Türkiye devletine,
3- TBMM’ne düşman olanlarla mücadele lüzumunu”.23
Bunlar
öğretiliyor mu, yapılabiliyor mu? Bunlar yapılabilseydi, acaba
gençlerimiz boşu boşuna birbirini kırıp döker miydi? Acaba yaşadığımız
bu kara tablolar karşımıza çıkar, ülkeyi meşgul edebilir miydi?
Bu*ülkede üç paralık çıkarları için kimi insanlar, ulusun geleceği olan
çocuklarımızı tüketme, geleceğimizi karartma hakkına sahip olmamalıdır.
Şimdi,
din konusuna dönmek istiyorum. Hemen ifade edelim ki, M. Kemal
Atatürk’ü bu noktada en çok eleştirenler, eski ihanet şebekelerinin
artıkları, beslemeleridir. Bu eleştirilere karşılık, Atatürk’ü bilinçli
biçimde dine karşıymış gibi göstermeye ve böylece bu çatışma ortamını
diri tutmaya, ulus ile arasındaki bağı tahrip etmeye çalışan bir başka
çevre daha vardır. Bu iki çevre, ülkemizde, birbirlerine düşman gibi
görünen melanet ikizleridir. Bir diğerine malzeme yaratır. Bu iki çevre,
M. Kemal Atatürk’e düşmandır. Çünkü, her ikisi, de milletimize millî
siyasetimize, millî devletimize, kimliğimize düşmandır. Din adına
bezirgânlık yapanlar ile, çağdaşlık adına bezirgânlık yapanlar, bu
çevreleri oluşturur. Hiç birinin ne din ile, ne çağdaşlık sorunu ile
doğrudan işleri vardır. Yüklendikleri ve geçimlerini sağladıkları misyon
için görev yaparlar. Onlar, Türk toplumunda yeşertilen kötülüklerin
kaynağıdır. Böyle oldukları için, hepsinin fesat yuvalan M. Kemal
Atatürk tarafından kapatılmıştır. Ama bugün anlaşılıyor ki, bu fesat
yuvaları yer altında iyi saklanmışlar ve uygun ortam bulunca, yer üstüne
çıkıp melanetlerini yeniden örmeye, uygulamaya başlamışlardır.
M.
Kemal Atatürk niye din düşmanı olsun? Neden İslamın düşmanı olsun? Bunu
aklı başında, vicdanı ve izanı olan bir Türk, bir Müslüman Türk
söyleyebilir mi? Ezan nerede, namaz hangi şartlar altında kılınır? Türk
halkına, ulusumuza bu imkânı kim sağladı diye düşünür insan. Bir insanda
vicdan karalığı bu denli ağır olabilir mi? Ama, olabiliyormuş.
M.
Kemal Atatürk, din hakkında nasıl bir tutum sahibidir, diye insan merak
eder. Sözlerini arayıp bulur, öğrenir. Bakın Atatürk, din hakkında,
dinimiz hakkında, İslamiyet hakkında ne diyor:
“Bizim
dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki,
son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve
mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur”.24
Bu
sözün ve inancın sahibi bir insanı, bir devlet kurucusunu, din düşmanı
gibi göstermek sadece ihanet ile, Türk devletine düşmanlık ile eş
anlamlı kabul edilebilir. İslam dini hakkında böyle düşünen Atatürk,
bakalım din adamları için ne düşünüyor:
“Milletimizin
içinde gerçek din âlimleri, âlimlerimiz içinde milletimizin gerçekten
iftihar edebileceği din bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil,
ilmi kıyafet altında ilim gerçeğinden uzak, gereği kadar okuyup
öğrenememiş, ilim yolunda yeteri kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli
cahiller de vardır. Bunların ikisini bir birine karıştırmamalıyız.”25
Bu
sözlerde din düşmanlığı, veya din adamı düşmanlığı var mı? Ama, cehalet
düşmanlığı var. Dinimiz cehalete karşı değil mi? Bu cehaleti ortadan
kaldırmak isteyen, aydın din adamları yetiştirmek için ilahiyat
fakültesi, dini terbiyeyi takviye edecek mektepler açan bir adam, din
düşmanı, din adamı düşmanı olabilir mi? Sadece cehaletten yararlanıp,
din adına çıkar sağlayan çevreler, M. Kemal Atatürk’e düşman olabilir.
Bugün iyice palazlanan bu çevreler, artık işlerinde
profesyonelleşmiştir. Din ticareti ile siyaset yapmaktadırlar.
Halkımızın dinî inançlarını sömürüp, servet üstüne servet
katmaktadırlar.26 Benzer hempaları ile, yani karşıt ikizleriyle iş
bölümü yapıp, Türk halkını laik/antilaik, dinî ve etnik kamplara bölüp
çatıştırma, millî devleti yıkma hesapları yapmaktadırlar. Her türlü
bölücü akım, o çevreler arasında kendine yer ve destek bulabilmektedir.
Aslında bunlar, İslama da, Allah’a da karşıdırlar. Cehalet gözlerini ve
vicdanlarını kör etmediyse, ulusa ve devlete karşı ihanet ihtirasları
onları, gerçeği göremez hâle getirmiş, demektir.
Kur’an’ın
akla, mantığa, bilime uygun bir ilahî kitap olduğu, bilime aykırı hiç
bir bilgi ihtiva etmediği günümüzde de kanıtlanmıştır. Atatürk, bu
gerçeği göreli yıllar olmuş ve bu gerçeği, daha önce söylemiş ise, hata
mı yapmıştır? Bu din düşmanlığı mıdır?
Tarih,
veya zaman, dinamik bir akış halindedir. Bilgi değişir, anlam değişir,
teknoloji değişir, kısaca, her çağda, dünyanın bilgi düzeyi değişir. Ama
bu gerçeği anlamada idrak zaafı gösteren ne îslâmı, ne Kur’an’ı, yâni
ne Allah’ın sözünü, ne de, Atatürk’ün “Hayatta hakikî mürşit ilimdir”
sözünü gerçek anlamda kavrayabilir.
Şimdi,
bu din bezirganlarına soruyorum. İşte size mukaddes kitabımız
Kur’an’dan bir Allah sözü, bir âyet: “Her çağın bir kitabı vardır”(Sure
13/Ayet 38).21 Ammenna, inanıyoruz ki Kur’an, Tanrı’nın bize gönderdiği
son kitap, son buyruk. Peki, bu sözün anlamı ne acaba? Bu sözü “her
çağda bir kitap gelecek”, diye mi anlayacağız. Bu mümkün değil. Öyleyse
burada, bize söylenmek istenen farklı bir gerçek bulunmaktadır. O da
şudur: “Ey insanlar, beni her çağda, her yüz yılda o yüzyılın eriştiği
bilgi düzeyi ile yeniden okuyup anlamaya çalışın”. Bu âyette, dinimizin,
kitabımızın akla, bilime, mantığa uygunluğunu bize gösteren Allah. Bu
gerçeği, yıllar önceden yakalayıp herşeyin önüne bilimi, tekniği, aklı
yerleştirmeye ve bizi, yürüyeceğimiz yolda aydınlatmaya çaba gösteren
O’nun kulu bir insanı anlamak ve takdir etmek yerine, Atatürk’ü haksız
yere karalamaya kalkışanları, O’nu din düşmanı gibi göstermeye
çalışanları, cehalet bezirgânlığına kaçıp ticaret ve siyaset yapanları
ne Allah, ne de Türk ulusu affeder. Hele dinî siyaset malzemesi, bir
yerlere gelme aracı gibi kullananlar, toplum içinde bu yolda fitne
çıkarıp, karışıklıklar yaratıp bundan medet umanlar, emin olunuz, önce
Allah’ın sonra da Türk ulusunun sillesini yiyeceklerdir.
Burada
birkaç söz de, iktisadî hayat ile ilgili söylemek istiyorum. İktisadî
kalkınmanın temeli, yüksek düzeyli eğitim, bilim ve teknolojidir.
Savunma ve hizmet sanayiinde, teknolojide bağımsız olmanın yolu,
iktisadî kalkınma hamlesini gerçekleştirmeden geçer. Tam bağımsızlık
demek, bu kalkınmayı gerçekleştirmek demektir. O’nun izlediği iktisadî
politikalardaki devletçilik, bugün kimi çevrelerce eleştirilmektedir.
Oysa bu devletçiliğin eleştirilecek yeri olmadığı, aksine gerekli olduğu
ortaya çıkmıştır. M. Kemal Atatürk, delet ve özel teşebbüsün yer aldığı
bir iktisadî hayat çizmiştir. Ama, O’nun devletçilikten anladığı,
ideolojik devletçilik modellerinden farklıdır. O, kalkınmada karma
ekonomiden yanadır. Çağımızda, gerçek iktisat bilimcilerinin kabul
ettiği bu vazgeçilmezliği, O, yıllar önce tesbit etmiş ve uygulamıştır.
O’nun tesbitleri, dünya ekonomi modellerinin yaşadığı krizler dikkate
alınarak yapılmış bir ulusal modele dayanır. Böyle olduğu için de, kimi
köşe yazarlarımız, dünyadaki ekonomik modellere, politikalara ve
uygulamalara bakarak bugün “hoşgeldin karma ekonomi” diye yeni ekonomik
gelişmeler üzerine değerlendirmeler yazıyorlar.
M. Kemal Atatürk, ekonomik kalkınmayı Türkiye için kaçınılmaz görüyor ve şöyle diyor:
“Ekonomik kalkınma Türkiye’nin hür, bağımsız, daima kuvvetli, daima daha müreffeh Türkiye ülküsünün bel kemiğidir”.28
Türkiye
için bu denli hayatî bir konu, elbette kendi başına bırakılacak bir
konu değildir. Devletin elini uzatması, düzenleyici olması, ekonomi
içinde yer alması bir zarurettir. Dünyanın hiç bir yerinde, devletler,
ekonomik hayatın dışında bulunmaz, hepsi içindedir. Sadece, ekonomi
içinde bulunma modelleri ve politikaları farklılık gösterir. Türk
devletine, ekonomik hayat içinde Atatürk’ün biçmiş olduğu rol de,
kendine özgü bir modeldir. Ve o, bu durumu şöyle açıklıyor:
“Devletçiliğin
bizce mânâsı şudur: Fertlerin husûsî teşebbüslerini ve faaliyetlerini
esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok
şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin
eline almak”.29
Burada
yanlış var mı? Yanlış, olgunun özelliğini anlamadan, bilmeden ahkâm
kesmektir. Sır, hedef ve strateji nosyonu olmayanlar ile ülke
sorunlarına doğru çözüm bulmak son derece zordur. Çünkü, onlar, ülke
sorunlarından ziyâde, özel hayalleriyle yaşarlar, ahkâm yürütürler.
Dünyayı
vitrinlerden seyredip, kurmuş oldukları hayalleri ülke gerçeği gibi
algılayanlardan M. Kemal Atatürk’ün medeniyet ufkundan Türkiye’yi nasıl
bir güneş gibi yeniden yükseltmek istediğini anlamalarını bekleyemeyiz.
Bu ülkede, kimseye benzemek istemeyen, sadece kendine benzemek isteyen;
eşitler arasında en eşit ülke olmak için mücadele edenler,M. Kemal
Atatürk’ü ve düşüncelerini doğru anlayabilirler. Çünkü, onlar,
Atatürk’ün belirlediği Türk odağından dünyaya bakarlar.
İçinde
bulunduğum sınırlı zamanda, Atatürk’ün, kültür/medeniyet anlayışı ve
tam bağımsızlık stratejisi üzerine söylemiş olduğu sözlerden, yapmış
olduğu tanımlardan anlayabildiklerimi sizlere sunmaya çalıştım.
Atatürk’ün, ne bu konudaki; ne de, sır, hedef ve tam bağımsızlık
stratejisi konularındaki görüşlerini yeterince size yansıttığımı
sanıyorum. Ama bu bir denemedir. Bu denemede, Atatürk’ün hayatı boyunca
değişmez çizgisinin anahatları sunulmaya çalışılmıştır. Sözlerimi,
burada bitirmeden önce bir kere daha belirtmek isterim ki, Atatürk,
kendi ifadesiyle, bir Türkçülük siyaseti takipçisi, bir Türk
milliyetçisidir. Ben de bu görüş üzerinde yürümeyi, düşünmeyi, çalışmayı
ve dünyayı onun belirlediği sır/hedef/strateji üçgeninden görmeyi ve
yaşadığım sürece bu ölümsüz türküyü anlatmayı kendime en mühim görev
sayıyorum. O’nun gibi olmak mümkün değil, ama, O’nun çizdiği izden
gitmek, izlediği politikayı, sır ve stratejiyi takip etmek ve ulusumuz
için dünyaya, hep bu hayatî üçgenden bakıp geleceğimiz için çalışmak
mümkündür, diye düşünüyor ve inanıyorum.
Sözlerimi,
Atatürk’ün, Cumhuriyetin 10. Yıldönümü nedeniyle 29 Ekim 1933 yılında
Türk milletine ünlü hitabında söylediği şu sözlerle tamamlıyorum: “… Az
zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk
kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. ..
asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük
medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafiyle âtinin yüksek medeniyet
ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır… Ne mutlu Türküm diyene!”
Ne mutlu, bu hedefi gerçekleştirecek yönetimlere, gelecek kuşaklara!
Ne
mutlu, yepyeni, herkesten ileri ve kendine özgü, kendi yaratıcılığına
dayalı bir Türk medeniyetini insanlık tarihine armağan edeceklere.
Ne mutlu Türk kuşaklarına!…
Prof. Dr. Dursun Yıldırım
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 39, Cilt: XIII, Kasım 1997
Dipnot
1
Bu konuşma 11.06.1997 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı Orduevi
Konferans Salonunda yapılmıştır. Bu konuşmaya geçmeden önce aşağıda
yeralan cümlelerle söze başlanmıştır:
“Değerli komutanım, değerli dinleyicilerim!
Sözlerime,
Atatürk’ün 29 Ekim 1938 yılında Cumhuriyetin 15. yıldönümü nedeniyle
Türk Ordusu’na söylediği sözler ile başlamak istiyorum. Şöyle diyor: “…
Türk vatanını ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dâhili ve hârici
her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an
yapmaya hazır ve âmâde olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç
ve itimâdımız vardır.”Şu anda Türklüğün bu mukaddes ocağında, sizlere,
O’nun ile ilgili konuşma yapacağımdan dolayı büyük bir heyecan içinde
bulunduğumu bildirmek istiyorum. “Konuma geçmeden önce, Tanrı’dan ülke
güvenliği için şehit düşen askerlerimize rahmet, çarpışan ordumuza
muzafferiyet diliyorum. Burada sunacağım konuşmayı sabitleştirmek
açısından yazıya aldım. Düşünceler, sadece beni bağlar. Sorular olursa,
yanıt vermeye muntazırım…”
2 M. Kemal Atatürk, bu kavramı şöyle
tanımlar: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî,
iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık
ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde
bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün
bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve
sükûna erişeceğimiz inancında değiliz” (Nutuk C.II, 1st. 1961,
sh.623-624).
Türkiye, acaba bu hedefe ulaştı, denebilir mi? Savunma
sanayinde, sivil sanayi alanlarında yüksek teknoloji üreten ve bu
yeteneği sürdürülebilir bir düzeye çıkarmış ve hedefine erişmiş bir ülke
diye tanımlayabilir miyiz? Böyle bir hedefe ulaşmış bir ülke, örtülü
veya örtüsüz ambargolar ile karşı karşıya getirilebilir mi?
3 M.
Kemal Atatürk, 1919 yılında, Samsun’a çıkmasından üç gün sonra Sadaret’e
gönderdiği raporda şunları kaydeder: “Millet, birlik olup hâkimiyet
esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır.” (U. Kocatürk, Atatürk,
Ankara, 1987, sh. 18).
4 Türk Ocakları ve Atatürk, Ankara 1993, s.6.
5 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, Ankara, 1959, s.143.
6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. V, Ankara, 1972, s . 114.
7 A.g.e. s.83.
8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, Ankara, 1959, s. 126.
9
Nitekim, kendisine bu konuda soru soran Amerikalı gazeteci Miss Ring’e
Atatürk şu kesin cevabı verir: Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir
milleti taklit etmeyecektir. Türkiye, ne Amerikalılaşacak, ne
Batılılaşacaktır; o, sadece özleşecektir” (D.Yıldırım, “Atatürk ve ‘Yeni
Bir Güneş Gibi Doğma Kavramı”, Milli Kültür, 1981, C. 11, s.7).
10 Türk Ocakları ve Atatürk, Ankara, 1993, s.6.
11 A.g.e., s. 11.
12 A.g.c, s.386.
13
Bu konuda Atatürk diyor ki: “Benim Türk milletine, Türk cemiyetine,
Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları
tamamlayacaksınız. Siz de, sizden sonrakilere benim bu sözümü tekrar
ediniz” (Ulus Gazetesi, 12.12.1935).
14 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C.I, Ankara, 1964, s.573.
15 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, Ankara, 1945, s.365.
16 A.g.e., s. 307..
17 A.g.e., s. 386.
18
Atatürk, sanki bu tür eleştirilerin yapılabilirliğini görmüş ve ön
almıştır: “Gözlerimizi kapayıp yalnız yaşadığımızı farzedemeyiz.
Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile ilgisiz yaşayamayız…
Bilâkis ileri, uygar bir millet olarak uygarlık sahasının üzerinde
yaşayacağız; bu hayat, ancak ilim ve fen ile olur” (U. Kocatürk, a.g.c,
s. 140). Bu açıklamaya nasıl bir “tecrit” anlayışı ya-kıştırılabilir?
19 Türk Ocakları ve Atatürk, Ankara, 1993, s. 6-7.
20 U. Kocatürk, a.g.e., s. 164-165.
21
Atatürk diyor ki: “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen
Türk milleti, dilini de yabancılar diller boyunduruğundan
kurtarmalıdır”. Gelin görün ki, eğitim kurumlarımız bugün, ülke
genelinde yabancı dil ile eğitim/öğretim istilası ile karşı karşıya
bırakılmıştır.
22 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Ankara, 1959, s. 198.
23 U. Kocatürk, a.g.e., s. 161.
24 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, Ankara, 1959, s.90.
25 A.g.e., s.144.
26
Nitekim, din konusunda mücadele edilmesi gerekenleri sıralarken, yine
bir millet için dinin gereğini vurgular: “Din lüzumlu bir müessesedir.
Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki; din,
Attan ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına
müsaade edilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler iğrenç
kimselerdir. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı
aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz
bu kimselerdir”. (U.Kocatürk, a.g.c s. 182).
27 MA. Lahbabî, Kapalıdan Açığa (Tercüme B. Yediyıldız). II. Basım, Ankara, 1996, s. 217.
28 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, Ankara, 1945, s. 383.
29 U. Kocatürk. a.g.e., s. 67.